Bir Yangının Külü

Arjantinli yönetmen Lucrecia Martel’in Arjantinli gazeteci/yazar Antonio di Benedetto’nun 1956 tarihli aynı adlı varoluşçu romanından uyarlayıp yönettiği Zama, Don Diego de Zama adlı bir sömürge memurunun (corregidor) hikayesini anlatıyor.

Zama, Lucrecia Martel’in ülkemizde vizyona giren ilk filmi. Roman ise 2016 yılında İngilizceye çevrilmiş. Yapımcılığını Pedro Almodóvar, Danny Glover gibi isimlerin üstlendiği film ilk gösterimini 2017’de Venedik Uluslararası Film Festivali’nde yapmış. Toronto ve New York’ta da gösterilmiş.

Şimdiki adı Paraguay olan yerde 1700’lü yılların sonunda geçen Zama, Don Diego de Zama (Daniel Giménez Cacho) adlı yargıcın yeni görevlendirildiği yerde dokunduğu her şeyi seksüel ve fiziksel biçimde yok ederek kendi sonunu hazırlamasının hikayesi. İstediği sivil hayata, ardında bıraktığı eşine ve çocuğuna geri dönemeyen Zama, uçsuz bucaksız Güney Amerika ormanlarının içinde adeta bir “zombi”ye dönüşüyor ve film oldukça etkileyici bir finalle son buluyor.

Yönetmenin Zama’nın düşüşünü üç bölüm halinde anlattığını söyleyebiliriz. Zaman dilimlerini Zama’nın değişen saçlarından ve sakalından anlıyoruz. İlk bölümde kahramanımız bölgede zengin ve sözü geçen bir kadınla yakınlaşmaya çalışıyor. Ama etrafında olup bitenlerden oldukça habersiz ve sonuç tam bir hayal kırıklığı. İkinci bölüm Zama’nın bütün yetkilerinin ve eşyalarının yeni atanan yetkili tarafından teker teker elinden alınışını anlatıyor. Üçüncü ve son bölümde ise kahramanımız bir grup insanla beraber film boyunca adı geçen azılı haydut Vicuña Porto‘nun (sanki biraz Orson Welles‘e ve hikayesiyle onun Third Man filmine benziyor) peşine düşüyor.

Zama kağıt üzerinde bir dönem filmi olarak gözükse de yarattığı atmosfer ve yaz renkleriyle sanki günümüzde uzak bir diyarda geçiyormuş izlenimi uyandırıyor. Filmde ara sıra karşılaştığımız tekrarlanan diyaloglar sanki Zama’nın hikayesinde bizi onun beyninden şimdiye ve geçmişe götürüyor. Arjantin’in Oscar’a Yabancı Dilde En İyi Film adayı olarak gösterdiği Zama, kolonicilik gibi erkek hegemonyasının belirleyici olduğu tarihi bir trajediyi bir auteur kadın yönetmenin gözünden anlattığı için bence oldukça değerli. Mizahi çerçevelemeleri, kahramanımızın iç dünyasını bize gösteren işitsel buluşlarıyla da senenin tartışmasız en iyi filmlerinden biri, mutlaka izleyin.

ROBERT PLANT’E BÖYLE Mİ VEDA EDECEKTİK?

Geçtiğimiz salı gecesi, 25. Uluslararası Caz Festivali kapsamında Harbiye Açıkhava’da sahne alacak olan Robert Plant ve grubu The Sensational Space Shifters için yola koyulduk. Çocukluk kahramanlarımızdan birini kanlı canlı görüp hesapta bir yangının külünü yeniden yakacaktık.

Rock’n’roll’un yaşayan efsanesi Robert Plant ve grubu The Sensational Shape Shifters sahnede makineli tüfek gibiydi. Üstelik setlist belli ki seyircileri coşturmak için Led Zeppelin albümlerinden seçilmişti. 16 şarkıdan (encore bölümünde Whole Lotta Love‘ı Bring It On Home ile Santianna’nın arasına yerleştirdiler.) 7 tanesi Led Zeppelin şarkısıydı diyeyim, siz anlayın. Robert Plant büyük bir sanatçı olduğu için grubuna da yeterli alan açtı ve bütün üyelerin marifetlerini doya doya izledik.

Ama grup seyirciden istediği etkileşimi alamadı. Çünkü ön sıralarda bir klasik müzik dinletisine geldiğini sanan kıpırdamadan oturan insanlar vardı. Yüzlerce Led Zeppelin tişörtü giymiş insan ise Açıkhava’nın en arkalarında oturuyordu.

Bırakalım seyirci profilini, her şeyden önce Robert Plant gibi bir rock’n’roll efsanesini kim oturmalı düzende dinlemek ister?

BADBADNOTGOOD gibi bir yeni yetme grubun yer yer boşluklar olan konserinin ayakta, Robert Plant konserinin ise bu şekilde düzenlenmesinin sebebini anlayamadım.

70 yaşındaki Robert Plant’i belki bir daha Türkiye’de göremeyeceğiz. Kendisine böyle mi veda edecektik?

HAFTANIN KEŞİFLERİ

Michael Jackson’un Bad’indeki unutulmaz bass riff’i, bence Led Zeppelin’in Heartbreaker’ıyla benzerlik gösteriyor. The Beatles’ın While My Guitar Gently Weeps’i ile Led Zeppelin’in Babe, I’m Gonna Leave You klasiğinin bazı bölümleri arasında da aynı benzerlik düşünülebilir.

Robert Plant ve Jimmy Page’in hayranı olduğu okültist Aleister Crowley’in çocuğunun adı Ataturk’tür.

Country şarkıcısı Dolly Parton 2002 tarihli Halos & Horns albümünde Led Zeppelin klasiği Stairway to Heaven’ı old-school country stili ile yorumlamış, bununla yetinmeyip şarkıya yeni sözler yazarak grubun hayranlarını deli etmişti.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir