Bu hafta önce moda tasarımcısı Kate Spade üç gün sonra da yemek programlarının aranılan ismi şef/yazar Anthony Bourdain intihar etti.
İntihar ya da birini öldürmek, felsefecilerin yüzyıllardır üzerinde düşündüğü, insanoğlunun en eski trajedilerinden (?) biri. Bu trajedinin peşine düşmek istersek İtalyan yönetmen Federico Fellini’nin otobiyografisinde sarfettiği şu sözleri başlangıç noktası olarak alabiliriz: Sinema hayatı anlamanın kutsal bir biçimidir.
Ses düzeninin bozuk, koltukların parçalanmış, yerlerin pislik içinde, havalandırmanın bozuk olduğu bir sinema salonu hayal edin. Şartlar bize resmen “git” dediği halde neden o salonda film bitene kadar dururuz?
Çünkü belki de film kötü değildir de ondan.
Sonra belki film sırasında olumsuz durumların düzelmesini umut ederiz, belki film devam ederken birtakım girişimlerde bulunuruz.
Peki sinema salonunda size durduk yere tüm kapıların kilitlendiğini söyleseler ne hissedersiniz mesela? O filmi izlemek insanı nasıl tedirgin eder, değil mi? Tıpkı Rumen filozof Emil Cioran’ın dediği gibi: İntihar etme imkanı olmasaydı, çoktan intihar etmiş olurdum.
Kate Spade ve Anthony Bourdain’in intiharları aslında bize sinema salonunun çıkış kapısının her zaman açık olduğu seçeneğini de hatırlattı. (Buradaki çıkıştan kastım intiharın olumsuz anlamına vurgu yapmak değil, kelimenin olumsuz varlığına anlam veriyor.) Ölüm haberlerini okumamız ve biraz üzülüp hiçbir şey olmamış gibi hayatımıza devam etmemiz bize aslında yaşamayı tercih ettiğimizi de gösteriyor bir anlamda. Bizler bu salondan çıkmıyorsak, hayatı sevdiğimiz ve sorumluluklarımız olduğu içindir.
Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) verilerine göre 7,6 milyar insanın %90’ı hayatında en az 1 kez intiharı düşünüyor, ama senede sadece %1’i intihar ediyor.
Bu rakamlar bize insanın, tıpkı sinema salonunu terketmemesi gibi yaşamayı da ne olursa olsun sevdiğini gösteriyor. Kafamızın içinde sürekli ölüm fikri dönse de umutsuz olduğumuz tek bir an bile yok.
Yaşamayı tercih eden bizlerin en büyük sorununu ise Dostoyevski’nin Karamozov Kardeşler adlı romanında Ivan söylüyor: Yaşamın anlamını yaşamın kendisinden çok sevmek günahtır.
Buna benzer bir düşünceyi “Yaşama karşı bir günahımız varsa, o da yaşamdan ümidi kesmekten çok, yeni bir yaşam umut etmektir.” diyen Albert Camus’ta da bulabiliriz.
Madem yaşamayı seçtik, “şimdi ve anda” olmanın yani hayatta olmamızın tadını çıkarmalı, bunun sahip olduğumuz en önemli değer olduğunu bilmeliyiz.
İstanbul’dan Travis geçti
Geçtiğimiz cuma Zorlu Center’daki Travis konserine gittim. Ön grup olarak Pinhâni sahnedeydi.
Pinhâni’yi 2005 yılında Eskişehir’de canlı izlemiştim. Üstelik sahnede Akın Eldes de vardı. Grubun beyni Sinan Kaynakçı dilimizin ritmik yapısına uygun akılda kalan şarkı sözleri ile yaşının çok ilerisindeydi, güzel bir etki bırakmıştı. Cuma gecesi sahnede Akın Eldes yoktu belki ama dört dörtlük bir grup vardı.
Kaynakçı, Pinhâni’nin ikinci albümünde gördüğümüz nefesli sazlara olan ilgisini ilerletmiş, sahnede bize küçük güzellikler sundu. Mütevazı açıklamalarıyla herkesin gönlünü fethetti. Eşofman üstüyle ve fit görüntüsüyle bir İngiliz pop grubunun lideri gibiydi.
Travis ise turne adından beklenildiği üzere açılışı The Man Who albümüyle yaptı. Walking In The Sun, Tied to the 90’s, Coming Around, More Than Us, U16 Girls, The Beautiful Occupation, Distance dışındaki tüm single’larını çaldılar, üstüne ilk albümden Good Feeling, The Invisible Band’den Last Train, The Boy With No Name’den Closer ve My Eyes’ı izledik.
Fran Healy’nin bu sene İstanbul’dan önce İsviçre ve İspanya’da verdiği konserlerde encore bölümünde akustik gitarla Britney Spears’tan Baby One More Time çaldığı bilgisini almıştık. Britney Spears yerine Barış Manço‘nun Dağlar Dağlar‘ını dinlerken kendimizden geçtik. Fran’in Türkçeyi telaffuzuna, şarkıyı tüm sözleriyle sonuna kadar çalıp söylemesine, tadımlık geçiştirmemesine şapka çıkardık.
Travis 1999 yılında çıkardığı ikinci albümleri The Man Who ile bir anda Radiohead ile kıyaslanır olmuştu. 2000 yılında ise Coldplay dünya müzik piyasasına ilk albümleri Parachutes ile inerek damga vurmuştu. Travis 2001’de çıkardığı The Invisible Band ile varlığını cümle aleme yeniden hatırlatarak ortalığı şenlik yerine çevirmişti. Ama sonra gerek davulcularının yaşadığı talihsiz havuz kazası gerekse de Fran’in şarkılarına ilham veren kadınla evlenip Berlin’e taşınması ve prodüktörleri Nigel Godrich ile yaptıkları iş birliğini sona erdirmeleriyle grup sanki belirsiz bir döneme girdi. Bu alacakaranlık dönemde yine çok güzel melodiler duymadık değil ama çıkardıkları eski albümlerin tadını da aradık.
Travis ne olursa olsun yine de dünyanın en önemli rock gruplarından biri olduğunu cuma akşamı bir kez daha gösterdi. Fran’in bir ayağının New York’ta olduğunu öğrendik, yeni albüm ve belgesel müjdesini de aldık ve kısa günün kârı diyerek yorucu bir günü ‘Happy’ ile mutlu kapattık.
HAFTANIN KEŞİFLERİ
–Pinhâni, isimlerindeki a’nın üzerinde mutlaka şapka kullanıyor. İlk albümlerinde ise böyle bir şey yok, Pinhani şeklinde yazılmış. Grubun ismi ise Sinan Kaynakçı’nın Pinhâni mahlasıyla şiirler yazan ve 2006’da hayatını kaybeden dedesi Mehmet Turan Yanbeği’den geliyor.
–Meteorlar’ın eski üyesi/karikatürist Attila Peken 77 yaşında sessiz sedasız hayata veda etti. Peken 24 Mayıs’ta hastaneye yatmadan Facebook hesabına “Yarın sabah bir süre kalmak için hastaneye yatıyorum. Dönersem ıslık çalarım.” yazmıştı.