Yol Kenarı, Tayfun Pirselimoğlu’nun başyapıtı ve 2018’in tartışmasız en iyi filmlerinden biri.
Pirselimoğlu, kısa filmlerini saymazsak, 2002 yılından beri çıktığı uzun metrajlı film serüveninde, üzerinde gezindiği ölüm, insan-eşya ilişkisi, bir uğultu olarak ses, monotonluk, anlamsızlık, bunaltı gibi temaları bu sefer teoloji ve felsefeyi daha fazla ön plana alarak karşımıza çıkarmış ve Yol Kenarı ile deyim yerindeyse kafasına taktığı meselelerin şahikasını vermiş.
Yol Kenarı’nın görüntü yönetmenliği ve kurgusu son filmi Ben O Değilim’de (2013) beraber çalıştığı Andreas Sinanos ile Ali Aga’ya ait. Sanat yönetmeni ise hiç değişmiyor: Natali Yeres. Filmin ayrı bir yazıyı hakeden ses düzeni ise Pus’tan (2009) beri yönetmenin yanında olan Fatih Aydoğdu’ya emanet edilmiş. Pirselimoğlu’nun hemen hemen aynı isimler ve benzer temalarla bambaşka bir işe soyunması incelenmeye değer.
Yol Kenarı bizi bu sefer yönetmenin önceki filmlerinden alışık olduğumuz şehir hayatından alarak bir kasabaya götürüyor. Tekinsiz mekanlar bu filmde de mevcut. Yine televizyon bize bir şeyler anlatmaya çalışıyor, yanıp sönen ışıklar görüyoruz. Işığın umutsuzluğa, tehlikeye, huzursuzluğa işaret ettiği anlar… İşsizlik var çok da gözümüze sokulmayan, yine mutsuz ilişkiler ve elbette karşılıksız sevgiler…
Örneğin Pus’ta motosiklet çalarak sevdiği kızın ilgisini çekmeye çalışan adamın motosikleti çaldırması, Saç’ta geriye dönen koca yüzünden imkansız hale gelen aşk, Rıza’da eski sevgiliyle işlerin istenildiği gibi gitmemesi; Yol Kenarı’nda sevilen kızın işaret ettiği kişiyi beyhude öldürme çabasına dönüşüyor.
Rıza’da otel sakinlerinin zaman ve mekana hapsolmuş halleri, Saç’ta ölü sanılan Musa’nın geri dönüşü, Yol Kenarı’nda bambaşka motiflerle karşımıza çıkıyor. Yeşim Ustaoğlu‘nun İz (1994) adlı ilk uzun metraj filminin öyküsü, senaryosu, sanat yönetimi, grafik tasarımı (Murat Savaşkan ile beraber) ve ek çekimlerinden bazıları da Tayfun Pirselimoğlu’na aitti ve filmin hikayesinde ve mekanlarından birinde Yol Kenarı’nda olduğu gibi deniz feneri görüyorduk.
Filmde kameranın durağan kullanımı zaman ve mekanı bulanıklaştırıyor. Matbaadaki baskı tekniğinden polisin giydiği kıyafete, televizyonun modelinden fare zehri kutusuna kadar Yol Kenarı’nın 80’lerde geçtiğini varsayıyoruz.
Siyah beyaz çekilmiş Yol Kenarı çok zor bir film. Tadına varılması için en az iki kere seyredilmesi gerekiyor. Filmde daha önce hiçbir Türk filminde görmediğim bir atmosfer, Robert Bresson’un modellerine benzeyen rol kişileri var. Filmin Béla Tarr ve Andrei Tarkosvski’den esintiler taşıdığı söylense de bence hiçbir alakası yok. Çünkü ne Béla Tarr filmlerindeki zaman mekan ve döngü (filmin başını ve sonunu saymazsak), ne de Tarkosvki’nin uzun planları bu filmde mevcut. Yönetmen, uzun planlar yerine kısa görüntülerle hikayesini anlatma yolunu seçmiş. Bu karışık bulmacayı çözmek ve yeni keşiflere çıkmak ise kendisini zorlamak isteyen bilinçli sinema izleyicisine bırakılmış.
Ama filmi illaki bir şeylere benzetme hastalığına düşecek olursak ilginç konusu ve bazı benzer temalarıyla Denis Villeneuve’un yönettiği Arrival’ı akla getirebiliriz. Yol Kenarı deliliğin sınırlarında gezen bir kasabayı anlatıyor. Tıpkı Arrival’daki gibi Yol Kenarı’nda da insanları çevrelemiş bir ‘şey’ var. Ama lütfen konusuna aldanıp izledikten sonra çıkışta bana küfür etmeyin. Çünkü tekrarlayayım, Yol Kenarı Hollywood’dan ve Yeşilçam’dan alışık olduğumuz bilişsel kodlara uyacak bir film değil.
Elbette yönetmenin öykülerini, romanlarını okuyanlar, resimlerini bilenler ve önceki filmlerini izleyenler sembolleri ve mitolojik göndermeleri daha sağlıklı anlamlandıracaktır. “Olsun ben anlamasam da merak ettim.” diyorsanız zararı yok, en fazla uyursunuz. Ve uyumak çok güzeldir. Varoluşumuzun bir gerçeğidir ve Hollywood filmlerinde kendimizi kandırmamızdan iyidir. Yeri gelmişken filmde oturarak uyuyan hemşireye de ayrı bir parantez açmak lazım. Bize uykunun aslında bir ölüm hali olduğunu ne de güzel anlatıyor…
Nuri Bilge Ceylan Bir Şenliktir
“Ah canımmm uzun zamandır bu filmi bekliyordum…”
“Bu filminde bayağı şey yapmış diyorlar…”
“Evet ya sorma, bayağı şey yapmış…”
“Nuri’nin filmlerinde antagonist iki figürün simulakrum dünyası diyalektik kutupların trajik edimlerinin tasvirini sağlar…“
“Hayatım, bir drink alalım mı?”
“ Naber şekerler, Cannes’den yeni geldim de…”
“Oğlum kıza bak lan…”
Nuri Bilge Ceylan filmleri hazırlık aşamasından gösterimlerine benim için bir şenliktir. Çıkan haberlerle oyalanırım, hayaller kurarım, son gün gelir, basın gösterimlerindeki bu diyalogları sevmediğim halde yine dayanamayıp giderim. Bu sene Yol Kenarı’nı yeni izlediğim ve henüz sindiremediğim için pas geçtim, şenliğimi filmin gösterime gireceği bir sonraki güne sakladım.
Ahlat Ağacı, bir kafenin camının dışından yapılmış çekimle başlıyor. Camın dışından görülen manzara ile camdan yansıyan kameranın arkasında kalan zıt yöndeki manzara iç içe geçerek hikayenin kahramanı Sinan’ın (Aydın Doğu Demirkol) yüzünde akıyor. Tıpkı Üç Maymun’da trende uyuyakalan İsmail’in (Ahmet Rıfat Şungar) görüntüsü gibi… 3 saat 8 dakikalık filmde Sinan’ın dünyası ve başına gelecekler adeta açılış sahnesiyle özetlenmiş.
Filmin konusunu veya sahnelerini anlatıp yer dolduracak değilim. Kendimce aklımda kalan noktaları kısaca sıralamak istiyorum.
– Hikaye Türkiye’de yaşayan çoğu genci ilgilendirdiği için bir Nuri Bilge Ceylan filminin Türkiye’de toplam 197 salonda gösterilecek olması oldukça önemli.
– Mardin’e ataması yapılan öğretmenin televizyonda “Bunlar sevinç gözyaşları, Mardin çıktığı için değil.” cümlesi, sınavdan çıkan Sinan’ın bir velinin kendisine yönelttiği “Sınav bitti mi oğlum?” sorusunu yanıtsız bırakması, kendi babası Recep (Tamer Levent) için “Demokles’in kılıcı gibi dolaşıyor tepemde” diyen İdris’in (Murat Cemcir) çocuklarına karşı oldukça silik ve kayıtsız bir görüntü çizmesi, Taşra Edebiyatı Sempozyumu’na mektupla katıldığı söylenen kişinin gerçekte Batman’da yaşayan şair Polat Onat olması, İmam Veysel’i canlandıran Akın Aksu’nun adeta oyunculuk dersi vermesi, sağlığında kıymeti bilinmemiş mart ayında kaybettiğimiz Ercüment Balakoğlu’nu perdede son kez görmek, Ahlat Ağacı’nı daha da güzelleştiren ayrıntılar.
– Hatice (Hazar Ergüçlü) ve Sinan’ın karşılaşması çıplaklık olmadan estetize edilmiş dünya sinemasının bence en erotik sekanslarından biriydi.
– Kapanış jeneriğinde “menajer” kelimesinin “menejer” şeklindeki yinelenen yazılışları bilinçli bir tercih gibi geldi bana. Serkan Keskin’in canlandırdığı rol kişisinin soyadının filmde gösterilip kapanış jeneriğinde sadece adının yer alması, Ahlat Ağacı’nın özellikle Sinan’ın hikayesi olduğunun altını bir defa daha çiziyor gibi.
– Baş önde, eller cepte, zaman zaman paltosunun yakası kalkık gezen Sinan’a babası tarafından yapılan “Columbo” benzetmesiyle Peter Falk’u yeniden izleme isteği…
Dikkatimi çeken bir noktayı daha yazıp bu şöleni yaşayıp yaşamayacağınızın seçimini size bırakıyorum. Çünkü kişisel yolculuklara öneriler ile başlanmamalı.
Film Cannes’de gösterildikten hemen sonra, ülkemizde bir gün arayla yayınlanan iki film eleştirisi dikkatimi çekmişti. Farklı mecralarda yazılmış bu iki yazıdaki filmle ilgili olumsuz kısımlar, birbirlerinin kopyasıydı. Film Türkiye’de gösterime girdi. Salona girmeden önce Twitter’da, filmle ilgili, farklı insanların bir iki teknik olumsuz paylaşımını daha gördüm. Daha önce okuduğum iki eleştirinin birebir aynısıydı.
Ara oldu, yanımda oturan adam yanındaki kıza birebir aynı kelimeleri kullanarak Twitter’da okuduğum tüm olumsuz yorumları kendi çıkarımıymış gibi aktardı. Yani ortada zincirleme devam eden virütik bir mizah var. Neyse ki Ahlat Ağacı bu tarz insanları da kıyısından düşünmüş. Yazar Süleyman yüreğimi bu konuda bir parça soğuttu.
Bir başka güldüren yorum ise neden filmde Bach kullanıldığı ile ilgili olmuş. Bizden ezgiler kullanılabilirmiş. Filmografisinde Neşet Ertaş’tan Vivaldi’ye daha önce bir çok isim gördüğümüz auteur sanatçı Ahlat Ağacı’na Bach’ı uygun görmüş. Ne yapsaydı yani, insanları mutlu etmek için film Çanakkale’de geçiyor diye “Küçük Sinan Küçük Sinan napıyorsun bize söyle, kitabıma bakıyorum, ona para arıyorum” tadında bizden bir şeyler mi koysaydı?
Onca hayati meselenin ve derin diyalogların üzerine düşünmeyip hata aramak isteyen arkadaşlar için ben de kendimce gördüğüm ama umrumda bile olmayan devamlılık ile ilgili noktaları sıralayayım da filmin tadını çıkarabilsinler: Hatice’nin saçları, hırsızlık sekansında duvarın köşesinde duran şemsiye, kum ocağı sahibinin masasındaki kalemler, kitapçıda Sinan’ın arkasındaki rafta duran kitap, imamlarla yürüyüş sekansında fondaki gökyüzü, kapı onarma sekansında Sinan’ın yüzündeki aydınlık…
Yani insan bunları yazarken bile utanıyor. Dünyanın en büyük yönetmenlerinden Abbas Kiarostami’nin filmlerinde de bu hata sanılan güzelliklerden bolca bulunuyor. Ne olmuş yani? Hatta kendisi filmlerini arkadaşlarıyla izlerken bu sahneler yaklaştığında dikkati başka yöne çekmeye çalışırmış ama zaten hiçbir arkadaşının farkında bile olmazmış. Güzel bir hikayenin yanında, güzel arızaların bir önemi olmadığını anlama olgunluğuna sonradan varmış.
Ucuz kahramanlıklarla uğraşacağımıza örneğin Sinan’ın yaşadığı kasabaya geri dönerken ilk sahnede gözlüğünü çıkartıp cebine koymasının ve sonra film boyunca sadece kitap okurken kullanmasının psikolojik açıklamalarını yapsak… (Hatice’nin Sinan’la yaptığı konuşmadan Sinan’ın eskiden hep gözlükle gezdiğini düşünüyoruz.) Ya da sigara içtiğini bildiğimiz Sinan’ı, sıkıntılı süreçlerinde veya en azından yolda yürürken, neden hiç sigara içerken göremediğimizin bilinçli bir tercih olup olmadığını tartışsak daha yararlı olmaz mıydı?
Nuri Bilge Ceylan Adobe Premiere, Pro Tools ve Avid Media Composer gibi programları yardım almadan kullanabilen bir yönetmen. Yine ismi lazım olmayan önemli bir yönetmenimizin önemli bir filminde sete ilk defa gelen ve Türkiye’de ilk defa kullanılacak bir kamera için telefon açılıp bilgi alınan bir ademoğlu. Ses konusunda yine ismi lazım olmayan dünya çapında önemli bir firmaya, yaşadığı teknik aksaklıklarla ilgili bilgi vermiş bir elektrik mühendisi. Helyum balonları ve vinç ile bozkırda ay ışığı yaratmış bir sihirbaz.
Eminiz filmiyle uykusuz geceler geçirmiştir, çevresindeki sinemayla ilgilenen önemli insanlara görüntüleri defalarca izletip fikirlerini alıp kendince seçimlerini yapmıştır, ama hayatında tek yaptıkları kulaklıkla müzik dinlemek, cep telefonuyla fotoğraf çekmek, odasının ışığını açıp kapatmak ve Word programını orta seviyede kullanmak olan bazı siteci çocuklar kendilerince bir şeyler yakalamış ya insan gerçekten üzülüyor. Biraz kurcalarsanız bu arkadaşların geçmişlerinde sinemayla ilgili hiçbir işte çalışmamış olduklarını da görüyorsunuz, yabancı eleştirmenlerin yazdıklarını kendi düşünceleriymiş gibi sunduklarını da. Maalesef her hevesli gibi çok film izlemenin sinemadan anlamaya yeteceği yanılgısı içinde ortaya yufka açar gibi yazı açıyorlar.
Uğur Yücel’in sette heyecanlanan genç oyuncuları yüreklendirmek ve çekim öncesinde boşuna enerjilerini harcamamaları için sarf ettiği bir söz vardır. Sözün aslını -bende kalsın- filmden bir alıntıyla ve biraz da değiştirip bu yorum numuneleri için uyarladım:
Şizofreninizi sinemada ve ‘bireysel görünümlü serbest çalışma’larınızda değil, lütfen en iyi bildiğiniz işte yaşayın.
Unutmayalım, ahlat kendi kendini çoğaltır, yok olmamaktadır.