New York Metropolitan Müzesi’nin bu yıl Katoliklik temasıyla yaptığı MET Gala, Prens Selman’ın Medine’de bir Katolik kilisesi inşa etme kararı, Mardin’de Süryani Katolik Meryem Ana Kilisesi’nin yeniden açılması gibi Katoliklik haberleri ile dolu bir hafta geçirdik.
Ramazan ayında biraz garip oldu ama lafı geçtiğimiz günlerde Özge Onan’ın çevirisiyle Doğan Kitap’tan çıkan Bruce Springsteen’in otobiyografisi Born To Run’a getirmek istedim.
Alakası ise Rock and Roll Hall of Fame, Songwriters Hall of Fame, New Jersey Hall of Fame’e kabul edilmiş Amerikan müzik tarihinin en önemli isimlerinden biri olan Bruce Springsteen’in de Katolik bir aileden gelmesi ve Katolik okulunda okuması. Maalesef kendisi, ellili yıllarda ABD’deki Katolik okullarında çöp kutusuna kapatılma, kravatla boğaz sıkma, öğrenciyi öğrenciye dövdürtme gibi uygulamalara maruz kaldığı için dinine sonsuza dek yabancılaşmış. (Rock yıldızı olmak isteyen herkesin katlanması gereken aşağılanmalar yok mudur?)
Otobiyografiye geçmeden önce şunu itiraf etmeliyim. Ben hiçbir zaman iyi bir Bruce Springsteen dinleyicisi olmadım. Zaten kendisinin de Türkiye’de MTV’nin ortaya çıkışına kadar pek fazla tanınmadığını düşünüyorum. 70’li yıllarda rock müzik; blues, pop, soul ve İngilizlerin rüzgarıyla bambaşka şekillere girerken ve Amerika’da The Allman Brothers Band, Grateful Dead, Crosby, Stills, Nash & Young gibi gruplar varken Bruce Springsteen’in ne kadar şansı olabilirdi ki? (Her şeyin başı olan Elvis Presley, sonra The Beatles, Pink Doors of The Purple Zeppelin dörtlüsü ve hepsinin gizli kahramanı Roy Orbison kategori dışıdır.)
Bruce Springsteen takip edebildiğim kadarıyla ‘yeni Dylan’ olarak müzik piyasasına adım attı. Toyluk döneminde aynı sene çıkardığı iki albüm unutuldu gitti. Sonra, tanınmaya başladığı Born To Run albümüne “çok güzel” denildi. Gürültülü gitarlardan ve Güney’den etkilenmiş rock tınılarından pek hoşlanmadığım için bana kahve telvesi gibi gelmişti. (Barlarda yetiştiği için konserlerinde inanılmaz bir sahnesi ve dayanıklılığı var, hakkını veriyorum.) Sesi gibi gitar tekniği de ortalamaydı, bir Jeff Beck veya Robert Plant değildi. Tarzında devamlı oynamalar yaptı. Folk tabanlı içinde saksofon da olan ilk albümden sonra 8-10 dakikalık progresif şarkılarla dolu bir albüme meyletti. Born To Run’dan sonra Hank Williams’ı keşfedip country albümler yapmaya başladı. Blues/gospel karışımı (bir beyaz ne kadar gospel söyleyebilir ki) birkaç albüm geldi. Sonra 80’lerin ruhuna ayak uydurarak, Brian de Palma’nın Dancing in the Dark adlı şarkısına çektiği klip ve MTV sayesinde dünya çapında şöhrete kavuştu. Hayal meyal hatırlıyorum da arkasında onca albüm bırakan bir gitariste benzemiyordu. Kaslı bir vücut, boogaloo’ya benzeyen garip bir dansla tek başına hareket eden bir pop şarkıcısı görünümündeydi. Bu başarının (?) rüzgarıyla onu Bruce Springsteen yapan en önemli şeyi, grubu The E Street Band’i bıraktı. Tek başına aşk temalı garip şarkılar yazmaya başladı ve parlak günlerine bence dönemedi. Devir zaten değişmişti. Metallica gibi metal’den grunge’a evrilecek durumu da hiç olmadı. Şimdi uzun zaman önce yeniden toparladığı The E Street Band ile dünyayı turluyor ve karşımızda 7 sene boyunca konser kulislerinde yazıp 2016’da yayınladığı bu kitapla duruyor.
BORN TO RUN
Kitabı bitirdikten sonra düşüncelerimin hepsini temize çektim. Anlatayım…
Bruce Springsteen’in 520 sayfalık kronolojik bir şekilde ilerleyen otobiyografisinden edebi bir karamsarlık akıyor. Mick Jagger ile George Harrison’un arasında I Saw Her Standing There’i söylerken “Burada yanlış olan ne? Ben bu iki adamın arasında nasıl dururum? diyecek kadar saygılı ve mütevazı biri var karşımızda.
Her albümden sonra bir sonraki albümü için aradığı “yeni sound” ile ilgili kısımlar müzikle teknik olarak ilgilenmeyen birini bile içine alacak bir yapıya sahip.
Springsteen her şeyden önce kendisini çok iyi tanıyan biri. Ne yapıp yapamayacağını biliyor, sihrinin devamlı çalışmak ama çok çalışmak ile ilgili olduğunu bize anlatıyor. Ve adeta bunu hayatın her alanında uygulamamız için bizi teşvik ediyor. Mesela sesinin çok iyi olmadığını kendisi de kabul ediyor ama bununla birlikte kendisini geliştirmek için yaptıklarını okuyunca ister istemez kendi hayatınızı sorguluyorsunuz. Eğlence onun için hep ikinci planda…
Gitar dersi almış, zor gelince bırakmış, evde kendi kendine çalışmış. İlk grubundan kovulmuş, depo köşelerinde bir sürü grup tarafından denenmiş, kapı önüne konulmuş. Bir grup kurma hayaliyle 14-15 yaşındaki çocuklarla tanışmış. Psikiyatri kliniklerinde yaşayan hastalara bile çalmış. Adeta koşmak için doğmuş…
“Aslında kızlarla aram iyiydi ama müziğimi engelledikleri an hayatımdan çıkarlardı. Boşa harcayacağım günlerim ve gecelerim yoktu.”
Springsteen her zaman bize en uygunmuş gibi görünen şey yerine ihtiyacımız olan şeyi seçmemiz gerektiğini ve seçimlerimizi yapıp bedellerini ödememiz gerektiğini gösteriyor. Ortaya koymaya çalıştığınız şeyin kendi varlığınızın merkezinden, inandığınız her ne ise onun dibinden gelmesi gerektiğini, kendinizi karşı tarafa ancak böyle kabul ettirebileceğinizi, başarıya ancak bu şekilde ulaşabileceğinizi anlatıyor. Kişisel ve kitlesel olarak nereden geldiğimizi bilmezsek kim olduğumuzu da bulamayacağımızı anlatıyor. Artık kendi grubunun patronu olduğunda bile karşılaştığı öyle ilginç durumlar var ki al bunu hayatına uyarla, kendi hayatının yıldızı ol!
Kurt Cobain veya Janis Joplin gibi genç yaşta ölmektense hayata tutunmayı tercih ettiğini ise dönüp dolaşıp şu satırlarla anlatıyor:
“Rock müzikteki ölüm kültü çok sevildi ve hem edebiyat hem de müzik dünyasında bundan çok bahsedildi ama gerçek hayatta bunun ne şarkıcıya ne de şarkısına sağladığı bir fayda vardı. Geriye sadece yaşanmamış iyi yaşamlar, geride bırakılan sevgililer ve çocuklar ile yere kazılan bir metrelik çukur kaldı. Az sayıdaki devrimci müzisyenden biri değilsen –ben değildim- doğal olarak bakışlarını başka bir yöne çevirirsin. Hayatım boyunca müzik yaparak yaşayabilmek istiyordum ve bunun için öncelikle nefes almaya devam etmem gerekiyordu. Bu kitapta anlatılan bir çok örnek, benim çalıştığım alanda kim olursan ol, bunun o kadar da kolay bir iş olmadığını kanıtlıyor.”
İlk içkisini istemeden içtiğinde hissettiklerini yıllar sonra sanki yeni içmiş gibi anlatan (mübarekteki hafıza değil kırkambar) üç çocuklu bir baba Springsteen. Hiçbir zaman uyuşturuculara ve alkole karşı bir merakı olmamış.
“Barlarda geçirdiğim onca yıl boyunca beni kavga edecek kadar sinirlendiren tek şey, suratımın önünde kendini kaybetmiş bir sarhoş yüzü görmekti. Bir şeyi bulmak ya da kaybetmek için dış uyaranlar aramıyordum. Müzik beni ihtiyacım olduğu kadar yükseğe çıkaracaktı.”
Çocukları onun önemli bir sanatçı olduğunu, -etkilenmesinler diye evde en ufak bir emare bırakmadığı için- uzun süre bilmemişler. Hepsini seçimlerinde özgür bırakmış. Oğlu Sam’in, insanlara yardım etmek için bir rock yıldızının oğlundan beklenmeyecek bir mesleği seçmesi de bunun göstergesi.
Kitapta, çalıştığımız iş yerlerinde ve ikili ilişkilerimizde sıkça düştüğümüz hatalardan alacağımız dersler de var, dünyamızı genişletebileceğimiz, bilinmeyen veya bilsek de üstünden mutlaka bir kez daha geçebileceğimiz bir sürü grup isminin ve şarkıcının hikayesi de.
Bruce Springsteen satın alınmak üzere yazılmış bu kitabı size “satmak” için yazmamış, düzenlememiş, çalmamış. Elinden geldiğince iyi şarkı söylemeye, okuyucuya zihninin içini göstermeye çalışmış. Müzisyenliğin saniyede 50 nota basmak olmadığını anlatmış.
Bilmediğiniz bir dünya keşfetmek istiyorsanız ve her gece uyumadan önce içinizde her şeye rağmen onunki gibi bir “umut” varsa, Amerika’da bir halk kahramanı olan bu adamın hikayesine mutlaka kulak verin.
Kitabın ruhuna uygun film önerileri: Öncelikle mutlaka Easy Rider, Vanishing Point ve The Night Of The Hunter. Sonra isteğe göre The Searchers, Rebel Without A Cause, Godfather serisi ya da herhangi bir film-noir örneği.
Son olarak 318. sayfanın en alt satırına bir redaksiyon boncuğu takalım: Bobby Fuller’in şarkısının adı I Fought For Love değil, I Fought The Law olacaktı.
HAFTANIN KEŞİFLERİ
–The Surfaris’in Wipe Out’u 1965’te kendini geliştirmek isteyen Amerikalı rock davulcuları için bir gösterge niteliğindeymiş.
-Biliyor musunuz bazı eleştirmenlere göre sinema Jean Luc Godard’dan önce ve sonra olmak üzere ikiye ayrılır. Dünyanın en önemli kültür sanat etkinliklerinden biri olan 71. Cannes Film Festivali dün son buldu. Godard’a da, bari bu sefer ayıp olmasın diyerek, daha önce hiç görmediğimiz Özel Altın Palmiye Ödülü’nü (Special Palme’dor) verdiler. Peki bu yaşayan efsanenin filmleri uzun zamandır vatandaşı olduğu Fransa’da neden ödül alamıyor? Çünkü Godard’ın (godar okuyunuz) filmleri ile ilgili eleştiriler zaman içerisinde filmlerin kendisinden daha özgün bir hale geldi. Godard artık demode oldu, dünya ve eleştirmenler farklı anlayışların peşinde.
-Sosyal medyada geçtiğimiz hafta çok konuşulan bir paylaşım vardı. Gıda mühendisliği okuyan öğrencilerden biri farkında olmadan içinde bakteri yetiştirilen biraları içmiş.
Aklıma Avustralyalı doktor Bill Marshall’in hikayesi geldi. Marshall, ülserin asit üretimine yol açan stres nedenli olduğu sanılırken, mikroskopla yaralara baktığında bir sürü bakteri görmüştü. Ama hiç kimseyi inandıramayınca bakteri kültürünü yutup kendisine endoskopi yapmış ve ülserin antibiyotikle tedavisinin asit engelleyici tedaviye oranla daha iyi sonuçlar verdiğini ve daha az nüksettiğini göstererek tıp tarihini değiştirmişti.
İster misiniz biraları içen kişi de Bill Marshall gibi önemli bir amaca hizmet için bu işi yapmış olsun…