Beyrut’ta sanki her şey “tüllere” bürünmüş. Şehri askerler koruyor, her köşede savaşın izlerini görmek mümkün. Adları tarihe geçmemiş binlerce kişinin ruhları geziniyor sokaklarda. Başbakanlarının yolda yürürken bombayla havaya uçurulduğu, bütün mezheplerin birbirine diş bilediği bir ülkeye geldiğiniz hiçbir zaman unutulmuyor. Neden çekildi bu çekilmez acılar?
Beyrut halkı Türkleri çok seviyor. Her fırsatta yerel içecekleri arak’ı ve “teşekkür” kelimesini Türklerden aldıklarını söylüyorlar. Ne de olsa 400 yıldan fazla Osmanlı İmparatorluğu’nun himayesinde kalmışlar. İnsanları her daim “yalla” diyor. Bizdeki gibi bir anlamı yok. Sadece “Hadi, çabuk, tamam” gibi her duruma göre kullandıkları bir kelime.
Yaklaşık 6 milyonluk ülke nüfusunun üçte birinin yaşadığı şehirde her geçen gün yeni AVM’ler ve gökdelenler yükseliyor. Denize kirli olduğu için girilmiyor. Halk şehir dışındaki sayfiye yerlerini tercih ediyor.
Beyrut’ta yapılması gerekenler listesinde birçok seçenek var. Hepsini uzun uzun yazamayacağıma göre Doğanın Yeni Yedi Harikası (New7Wonders of Nature) finalistlerinden 9 kilometre uzunluğundaki Jeita Mağarası’nı (Jeita Grotto) öneriyorum. Mağaranın girişinde üstünüzde ne var ne yok topladıkları için içeride fotoğraf çekemiyorsunuz. Artemis Tapınağı’na yaptığınız gibi kayalara isminizi de kazıyamıyorsunuz. Tarih öncesi çağlarda insanların yaşadığı bu mağaranın aşağı bölümü 1836, yukarı bölümü ise 1958 yılında keşfedilmiş. Çıkışta Lübnanlı sanatçı Tony Farah’ın “Zaman Gardiyanı” adlı heykelinin önünde içeride yapılamayan her şey yapılabiliyor.
Şehrin en büyük müzik mağazası Mozart Chahine. Yerel ve uluslararası enstrümanlardan notalara kadar müzikle ilgili her şey üç farklı yerde şubesi bulunan bu mağazada.
Beyrut’ta yeme-içme ve eğlence hayatı her kesime hitap eden cinsten. Sadece oturduğunuz yerlerde “Lübnan kahvesi” ya da “Lübnan peyniri” gibi yazılara aldanıp denemeyin yeter. Kötü yapılmış bir Türk kahvesi ve Türkiye’de ortalama bir markette bulabileceğiniz peynir çeşidiyle karşılaşabilirsiniz. Orta Doğu’da nargile hazırlanırken tütünü ıslatılır ve hemen lüleye sarılır. Onun için tadı acı ve sert olur. Keyif vermeyebilir, bu da aklınızda olsun.
Beyrut bir “küçük Amerika”. Hamra bölgesinde Express, American Eagle Outfitters, The Coffee Bean & Tea Leaf gibi Amerikan işletmeleri bulunuyor. Ülkenin Crepaway, WoodenBakery gibi başarılı yerel restoran zincirleri de var.
Şehrin gece hayatı ise oldukça ilginç. Gündüz her yer bomboşken gece olunca binlerce Avrupalıyı sanki gökten zembille eğlence mekanlarına indirmişler. Popüler mekanlara Beyrutlu bir tanıdığınız varsa kapıda söyleyeceğiniz şifreyle girebiliyorsunuz. Görülmesi gereken gece kulübü ise B 018. Wallpaper Dergisi’nin 2004, 2005 ve 2006 yıllarında dünyanın en iyi gece kulüpleri arasında gösterdiği B 018 iç savaşta sığınak olarak kullanılmış, sonradan dokusuna zarar verilmeden bugünkü halini almış. Özellikle “görülmesi gereken” yazdım çünkü tarih bilinci ve duyarlılığı olan biri yerin altına inip tavandaki dev kapaklara bakarak geçmişte yaşananları düşünüp eğlenemez ama burada kimse takmıyor. Herkes Haymana beygiri gibi fırıl fırıl döne döne eğleniyor. Buna ne deniyor bilmiyorum, ölümün hayata galebe çalması filan herhalde…
Uzun lafın kısası, kimilerinin yakıştırmasıyla Lübnan “Doğu’nun İsviçresi”, Beyrut da “Doğu’nun Paris’i”. Ama ne İsviçre’nin ne de Paris’in konudan haberi yok.
HAFTANIN KEŞİFLERİ
–Kaş her sene biraz daha bozuluyor. İlçe, Bodrum ve Çeşme’de “umduğunu bulamayan” yaşı geçkin şehir şımarıklarına teslim olmuş. Bazı işletmeler bu yeni müşteri profiline uymaya çalışıp garip uygulamalara giderken bazılarının ise dünya umrunda değil; azıtmış fiyatlarıyla inadına sinek avlamaya devam ediyor. Kimin ayakta kalacağını, son durumun neyi göstereceğini, 4-5 sene içerisinde Kaş maalesef iyice popüler olduğunda göreceğiz.
–Vedat Milor’un Twitter’da yaptığı “Menemen soğanlı mı olur, soğansız mı?” anketinden sonra başlayan tartışmada hangi taraftasınız bilmiyorum. Salah Birsel anılarında “şakaşuka” adlı yemeğin – şakşuka ile bir alakası yoktur – eski meyhanelerde adının “menemen” olarak geçtiğini söylüyor. Meyhane mezelerinin bazılarında soğanın bulunması bana menemenin de tarihine uygun biçimde soğanlı olması gerektiğini düşündürüyor. Vedat Milor da zaten yaptığı açıklamada soğan ve yumurtanın Osmanlı İmparatorluğu’nda 15. yüzyıldan beri bir arada kullanıldığını gösteren kanıtların olduğunu belirtmiş.
Soğan, yumurta ve Osmanlı İmparatorluğu’ndan konu açılmışken bana her daim ilginç gelen şu hikâyeden bahsetmeden geçemeyeceğim: II. Abdülhamid öğle yemeklerinde tereyağında pişmiş soğanlı yumurtayı çok severmiş. Yumurtaların beyazları “Padişah bağırsağı kabul etmez.” düşüncesiyle yemekten çıkarılırmış. Bu noktada Yeni Ev Kadınının Yemek Kitabı’nı yazan Hadiye Fahriye’ye bağlanalım:
“Yeter derecede soğanı halka halka doğrayıp bolca tereyağında sararıncaya değin kavurduktan sonra bir parça su, bir kaşık sirke katıp iki üç dakika kaynatmalı. Üstüne az biraz toz şeker serperek kaşıkla bir iki kez karıştırmalı, sonra da sahana almalı. Soğanlar sahana iyice yayılmalı ve yuva açılarak, içine yumurtaların sadece sarıları –beyazlarını padişah bağırsakları kabul etmez – konmalı. Tuz ve biber de ekildikten sonra iki sıra da tarçın gezdirmeli. Sahan iki dakika ateşte tutulduktan sonra sofraya alınmalı.”